“Yüksek Ziraat Mühendisi Kezban Şahin Taysun’un Potkal kitap yayını “Kafesteki Kalp” adlı romanı kadınlarımızın karşılaştığı sorunların çözümüne edebi bir katkı niteliğinde. Anılar, olayların düşündüren değerlendirmesiyle ilgi çeken anlamlı vurgulamalarla başarılı bir çıkış.” Yekta Güngör ÖZDEN

15 Mayıs 2012 Salı

Sisli Günler (öykü)




Bu tren istasyonunda ne işin var diye soracaksın.
Yanımdan biraz sonra gözlerle yüklü bir tren geçecek. Ama ben, önce dağarcığımdaki zaman rayında yol alan trenini durdurup, bir vagonunda seni bulacağım.
Nereden mi tanıyacağım senin vagonunu? Gözlerin trenin duvarında asılı acil yardım kolu gibi olacak. Durduruverecek treni. Bir fren sesiyle irkileceğim. Sen yılların içinden yürüyerek geleceksin.
İşte durdu bile tren. Çıktın işte karşıma, o günkü tavırlarınla.
Bacalardan duman tüten bir gündeyim. Soğuk ve yarı karanlık bir sabahın içindeyim. Ortaokul son sınıf öğrencisiyim. Önümü göremiyorum. Gölgeler birbirini ürkütüyor. Yoldan geçen insanlar sisin içinde saklanmak istiyorlar. Memleket darbe yemiş ve ardından ortalığı sessizlik kaplamış. Bir kaç gün sonrasında okullar açılmış. Öğretmenler her şey yolundaymış gibi gülümsemeye ve durumu olağan karşılamaya çalışıyorlar. Bu yapay sevimlilik içimi üşütüyor. “Darbe ne demek? Baskı altına alınmak?” ne demek, işte bu kavramları ben, Eylül darbesiyle değil, sizlerden öğreniyorum. Sen ve Filiz, benim için bu yönetimin görevlendirdiği muhafızlar gibisiniz.
Üzerimde yere kadar uzanan bir manto vardı. Kendimi uzaylı gibi hissediyordum.
“Evladım şuraya otur!” dedi öğretmen.
İki çift göz baştan ayağı süzdü beni.
“Yeni gelen arkadaşınıza yer açın bakayım!” dedi sonra yine öğretmen.
Sen “Öğretmenim biz zor sığıyoruz sıralara,” dedin hemen. Haklıydın. Çağla yeşili gözlerinden savrulan ışıklar yüreğime battı..
“Çocuğum, bütün sıralar üç kişi olmuş. İtiraz etmeyin! Koca sınıfta iki kişilik kalan sizin sıranız!” dedi öğretmen.
“Bir bu eksikti!” dedi yanındaki kilolu kız, homurdanarak.
İlk günümüz böyle başladı.
Sonraki günlerde Filiz ile aranızda beni hedef alan gülüşmeler ve alay etmeler başladı. Filiz sözcüğü belleğimde o zaman değişime uğradı. Önceleri inceliği çağrıştırırdı. Senin gözlerin hep doymayan bir merakla bakıyordu Deniz! Bu isim ise sonsuzluğu çağrıştırırdı bana. Gözlerindeki sonsuz merak, bu ifadeyle uymuştu aslında.
O yıl, yeni bir mahalleye taşınmanın bedelini bu şekilde ağır ödüyorum. Okula gitmek benim için gözlerinizin derinliğindeki sise takılmak ve içinde görülmez olmak gibi bir şey!
Bir gün, tahtada yazılanları okumaya çalışıyorum. Farkında değilsin; gözlerin üzerimde kalmış. Gerçekten de başka bir yaratıkmışım gibi hayretle bana bakıyorsun. Bir nefes uzaklığındaki bu bakışlar kurşun gibi deliyor onurumu. “Bakma artık!” diye çığlık atıyor ruhum. Fakat dile getiremiyorum. Yakınmayı bilmeyen bir çocuğum. Bir gün sabrım taşıyor. “Ne var? Niye bakıyorsun öyle!” diye soruyorum. Sen “Hiç!” diyorsun.
Müzik Öğretmeni Sinan Bey, korku müziği çalışması yaptırıyor bize haftalarca. Sonra birkaç kez konser veriyoruz. Fakat bir şey unutuluyor konserlerde. Biletlere “Yanınızda çocuk getirmeyin!”yazmamışlar. Birkaç çocuk konser sırasında korkudan koltukların altına saklanıyor ya da altına yapıyor. Konser sonrası dakikalarca gülüyoruz buna.
Resim dersinde çarpışan kollarımızla harika resimler çıkarıyoruz. Aslında çok yaratıcı bir çocuksun. Bazen gözlerin resim öğretmenimizin taktığı aksesuarların üzerindeki renklere yapışıyor. Ben bu zamanlarda gözlerinden kurtulmanın tadını çıkarıyorum. Sen renklere dalıyorsun! Sonra önündeki kâğıda dönüp gökkuşağı çiziyorsun.
Tiyatro oyunlarında mahkeme sahneleri kuruluyor. Sen ve ben beyaz giyinen oyuncuların arasındayız. Aydınlığı temsil ediyoruz. “Karanlık gidecek ülkeden, aydınlık gelecek!” diye bağırıyoruz yargılanan insanlara bakıp. Gözlerindeki sis bu aydınlık sözlerin içinde dağılıveriyor. Güvende hissediyorum kendimi. Böylece bu oyunda külkedisi konumundan çıkıyorum. Eşit oluyoruz. Kendimi çok özel hissediyorum. İlk defa Filiz ile sinsi kurgularınızın dışındaki bir oyundayım diye.
Bazı sınavlarda çok sıcak davranıyorsunuz bana. Üç kişi oluyoruz. Çoğalıyoruz sanki. Bitti artık bu işkence diye sevinirken, sevincim kursağımda kalıyor. Ödünç verdiğiniz kanatları geri alıyorsunuz hemen.
Bazen benimle mola saatlerinde okul bahçesinde geziyorsun. Bakışların candan bakıyor. Senin hakkında yanıldığımı düşünüyorum. Aslında yüreğin berrak gibi… Ama sonra bu yakaladığımız anlara ihanet edip Filiz’le sürdürdüğünüz işbirliğine dönüyorsun.
Aslında okulu bitirdiğime değil, sizden kurtulduğuma seviniyorum. Artık canı isteyince ortaya oturtulup sıkıştırılan, canı isteyince uca oturtulup itilen sıra arkadaşınız değilim. Kötü bir yıl sona ermiş. Keder sisleri ile bırakıyorum sizi zamanın o vagonunda.
Birkaç yıl sonra seni yolda görüyorum. Ayaklarım yönünü değiştirmekte geç kalıyor.
“Merhaba, seni gördüğüme sevindim” diyorsun. Gözlerin içtenlikle bakıyor. Sanki bir yıl boyunca bana işkenceler yapan çocuk değilsin. Birkaç sıradan cümleden sonra herkes yoluna devam ediyor.
İşte yıllar sonra sabah işe geldiğimde, yardımcı personel Bilgi İşlem Servisi’nden gönderilen bir yazıyı elime veriyor. Üzerinde bir not: “İngiltere’den yazıyorum. Ben Deniz Aydın, şirketinizde çalışan mimar Nihal Uslu Bilgin, benim ortaokul arkadaşımdır. Beni ilk anda hatırlamayabilir. Özel elektronik posta adresini bana iletirseniz sevinirim.”
Bu adı hatırlamakta çok zorlanmıyorum. Ama bu soyadın sana ait olduğundan emin değilim. Böylesi durumlarda insan en çok sevdiği ya da en çok nefret ettiği insanı hatırlayabilir, değil mi? Diğerleri zamanın hızı içinde kaybolurlar. Acılar ve sevgiler iz bırakır. Tam yirmi altı yıl geçmiş! Biraz düşündükten sonra o iletiyi yazanın gerçekten sen olup olmadığını doğrulama isteği duyuyorum. Sonrasının bana neler getireceğini kestiremiyorum. Sana bir ileti yolluyorum.
“Sen ortaokul son sınıfta bir sırayı paylaştığım, iki insandan biri olan Deniz’sin değil mi? Bana o okulun ismini söyler misin?”
Havada uçar gibi geliyor iletin posta kutuma: “Evet o Deniz’im ben. Esentepe Ortaokulu’ndan.”
İşte o an, keşke tanıdığım başka Deniz’lerden biri olsaydın diye düşünüyorum. Geçmişten fırlayan küflenmiş bir çivi batıyor yüreğime.
Sana yuvarlak sözcüklerle yaşamımı özetliyorum. Hemen gözyaşları içinde yazdığın yanıtın geliyor. Beni bulmak ve yazışmak seni nasıl mutlu ediyor; bunu hissedebiliyorum. Ardından ancak çok samimi bir arkadaşa açıklanabilecek sorularla karşılaşıyorum. İşte o anda duruyor kalemim. Bir hafta boyunca seni affedebilmek ve seninle bugüne bağlanabilmek için çaba harcıyorum. Ama silinmiyor beleğime yapışan çiğ bakışların! Yüreğimden çıkıp uçmuyor bıraktığın güvensizlik kabarcıkları. Yeni rüyalarımda uzanmaya çalışıyor kollarım sana! Acılarım, başka acılarla birleşip sağanak olarak yağıyor üzerime! Aynı hızla çekiliyor üzerinden ellerim!
Farkındayım; ne çok konuşmak istiyorsun yaşam okyanusunda karşılaştıklarımızın hayallerimizle örtüşmediğini. Benim birkaç gün önce düşlediğim gibi, tanıdık bir yüreğe değmeye ihtiyaç duydun.
Biliyorum sen de fark ettin, yaşamın acımasızlığını. Bir solucan gibi bölündüğünü fark ettin hayatın içinde. Hayat, keskin bir bıçak gibi göründü gözüne. Kimi zaman sevinçlerini ve umutlarını parçaladı. Kimi zaman da kederlerini ufaladı. Sonra hüzün kırıntılarını deneyimlerinle karıp yeni mutluluklar üretmeyi öğretti sana. Zamanın içinde bilinmeze yolculuğun sürerken, karşılaşacağın güçlüklere dayanman için cesaret ve sabır verdi. Bazen de bıçak sırtında sevinçlerin oldu. Onlar, bir gün elinden düşeceğinden korktuğun mutluluk selesi gibiydi.
İşte bugün yeniden ikiye bölündün Deniz. Üzgünüm seni ben parçaladım, bıraktığın izle.
“...Sevgili Deniz, seninle ilgili anılarımda ne yazık ki iyiler sınıfta kaldı. Seninle olan geçmişim bugüne köprü kuramıyor. Emin olduğum şey; bana zamanın geçtiğini ve değiştiğini söylesen de, bu; ruhuma yerleşmiş acıları silmeye yetmeyecek. Beni bir daha aramadığın surece daha huzurlu olacağımı düşünüyorum. Mutlu kal… Nihal.”
Yanıtın yine hızlı geldi. “…Sevgili Nihal o zaman çocuktuk. İnan yaptıklarımın hiç farkında değilmişim. Kin tutman beni çok üzdü. Şimdi annesiyiz ve evliyiz ikimiz de. Ne çok ortak noktamız var bak! Her şey geçmişte kaldı…” yazmışsın. Son satırında seninle görüşmek istememin nedenini, senden birkaç yıl fazla eğitim görmem olarak düşünmüşsün. Benim, seni artık beğenmediğime inanmışsın.
Demek ki kötülüğe uğrayan, yaşadıklarını kötülüğü yapandan daha kolay hatırlıyor.
Hala farkında değilsin Deniz, karşılaştığın bu mesafeyi ben koymadım aramıza. Bunun nedeni kin değil, yüreğimde seninle ilgili arayıp da bulamadığım sevgi kalıntısı.
İş çıkışında karşılaştığım akşam karanlığı, yüreğimdeki sisi yutup gitmiyor ama Metro treni hızla alıp götürüyor beni evime ve sevdiklerime.
Anlıyorum ki yüreklerde istasyon olabilmek, ayrıcalık yaratıyormuş!
Kezban ŞAHİN TAYSUN

Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Tematik Forumunda “Sis” konusunda 2007 yılı Kasım ayı öyküsü seçildi.
Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Edebiyat ve Sanat Dergisi/ 2008/ Sayı:18/ s.51–52

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder