“Yüksek Ziraat Mühendisi Kezban Şahin Taysun’un Potkal kitap yayını “Kafesteki Kalp” adlı romanı kadınlarımızın karşılaştığı sorunların çözümüne edebi bir katkı niteliğinde. Anılar, olayların düşündüren değerlendirmesiyle ilgi çeken anlamlı vurgulamalarla başarılı bir çıkış.” Yekta Güngör ÖZDEN

10 Mayıs 2012 Perşembe

Saniye'nin Kayıp Güvercinleri (öykü)



İçimdeki boşluğu nasıl anlatabilirim ki! Burada şimdi olmayan o evi, odunları kılçık gibi ayrılıp bir kenara üst üste yığılmadan önce, son kez o gün görmüştüm. Hayatım boyunca pek çok yıkıntı ve döküntü ev görmüştüm ama hiç birinin yıkımı beni bu kadar yaralamamıştı. Belki de bunun en büyük sebebi onun yazgı olarak bir ikizinin bulunmasıydı.
O gün birkaç güvercin havada kanat çırptı. Kapının önünde onu görür gibi oldum. Elindeki süpürgeyle kuş pisliklerini süpürüyordu. Yazmasından taşan sarı saçları uçuştu. Belleğimdeki bu resim boşluğa iade olurken, yerini havada uçuşan sarı yapraklara bıraktı. Lacivert bulutlar gökyüzünde yürüyen halıya dönüştü. Boğazıma saplanan hıçkırığı ve kirpiklerime sızan acıyı dindiremedim. İğde ağaçlarıyla ünlü köyümdeki bu iki katlı ahşap ve kerpiç karışımı ev, ne içliydi öyle! Bu binanın gözyaşlarını hissedebiliyordum. Onun yüzündeki ifade çok şey anlatıyordu. O terk edilmekten ve içinin boşaltılmışlığından yakınıyordu sanki. Gidenlere sitem ediyordu.  Onlar giderken ruhunu da alıp götürmüşlerdi. Saniye için de böyle değil miydi? O’nun da gerçek ölüm tarihini kimse fark etmedi. O günden sonra,  ondan kalanlar da aynıydı; hüzün akan gözler ve boş bir gövde.
 “İçeri girmek istersen, işte anahtar,” dedi babam.
 “Evet, gireyim baba,” dedim.
Anahtarı aldım ve küflü göze yerleştirdim. Yıllar önce bu binanın pencerelerinde çeşit çeşit çiçek saksıları olurdu. Dantel perdeler rüzgârda uçuşurdu. Kapıya yakın dut ağacının altındaki sedirin üzerinde köy kızları kahkahalar atarak çeyiz yaparlardı. “Kız senin desen daha güzel oldu! Ver bakayım şu örtüyü, saklama!” derdi kızlardan biri. Onlar hayallerini de bu desenlerin üzerine işlerlerdi.
 Burası aynı zamanda, yıllar önce Saniye’nin başında pullu al örtüyle Muzaffer’e kır atın üzerinde gelin geldiği evdi. Annemden duymuştum onun düğününü.  Güya çok büyük bir aşk varmış aralarında. Bu arada Muzaffer’e gönül düşüren pek çokmuş köyde; Binnaz gibi. Saniye sevdiğini kimseye kaptırmadan gelin olduğu o gün, “Sanki içimde güvercinler var. Onlar kanat çırptıkça ben de uçuyorum.” demiş. 
Bu evin mutfağında un helvası kavrulduğunda, bitişikteki dedemin sönük evine mutluluk kokusu gelirdi. Evin küçük kızı Aynur, avludan seslenirdi hemen; “Arkadaşım gel, sana da vereyim helvadan,” derdi. O, on beşinde uzak bir köye gelin gittiğinde, onu bir daha göremeyeceğim diye günlerce ağlamıştım. Aslında o evlenmekten daha çok, okuyup öğretmen olmak istiyordu.
İlginç ki; babamın da benzer hayalleri olmuştu. İlkokul günlerinden kalan yırtık pırtık haritaları hala saklardı. Ailesi erken yaşlarda ölmemiş ve o hısım akraba yanına kalmamış olsaydı, belki de bugün iyi bir coğrafya öğretmeni olacaktı. Köyde “Kız kısmını okutup da ne olacak!” diyenlere kulaklarını tıkamayı öğrenmişti. Annem şehirde bizi okutmakla uğraşırken, o kayınpederinin evinde sığıntı olmayı dert etmiyordu. Şehre indiği günlerde giysileri toprak kokardı. Üvey anneannem Sedife Nine, pişirdiği yemekleri babamın başına kakardı. Babam sonraları evimizin aşçısı olacağından habersiz, tüm olanlara inat,  evin üst katındaki odasında küçük tüpün üzerinde yemek yapar olmuştu.
Yazları köye vardığımız ilk gün Sedife Nine kedilerine davrandığı gibi sevecen ve kibar davranırdı bize. Hemen avludan tuttuğu bir tavuğu ya da kazı keserdi. Hayvanın tüylerini hızla üterdi. Ardından köy pınarında iç organlarına kadar hayvanı iyice yıkardı. Pınara su doldurmaya gelenlere “Torunlarım geldi.” diye sevinç gösterisi yapardı. Diğer günlerde de onun gözlerinde sevgi ışıltısı arardık. Ama o bir bahane bulup bizi mutlaka azarlardı. Bağıracak kimseyi bulamadığında da avludaki kazları tekmelerdi.
Gökyüzü gürlemeye başladı. Titredim. Biraz zor olsa da anahtarı çevirdim. Kapı gıcırdayarak açıldı. Derin bir boşluk hissi, tüm ruhumu kapladı. Sessizliğin sesinden ürperdim. Dedem bu eve iyi ki sahip çıkmıştı. O’nu yıllar önce kaybetmiştik. Bence o öbür dünyada kesin cenneti hak etmişti; ikinci karısına gösterdiği sabırdan ötürü. Sedife Nine, dördüncü evliliğini yaparak köyden ayrılmıştı. O’nun yeni kocasına acıyarak bakmış ve içimizden sabırlar dilemiştik. O’nun gidişi bizi bayram çocukları gibi sevindirmişti. Artık o evde, hiç birimiz sığıntı olmayacaktık!
Yıllar geçmişti. Üç kız kardeşim ve ben üniversiteyi bitirmiştik. Ben mimar olmuştum. Her iki ev anneme aitti artık. Babam kızları işe güce ve çoluk çocuğa karışınca, yaşadığı ortamı değiştirip köyde yaşamak istiyordu. Dedemin evini yeniden düzenlemek için benden çizimler istiyordu, tasarımlarımı mutlulukla ve özenle uyguluyordu. Komşu Muzaffer amcanın evini ortadan kaldırıp yerine makine ambarı yapmak istediğini söylediğinde, kendimi kaybetmiş olmalıyım ki avazım çıktığı kadar bağırmıştım ona; “Hayııırrrrrrrr, bunu yapmazsııııııın!” diye.
Aslında işin gerçeği o gün buraya o binaya hoşça kal demek için gelmiştim. Bu evden ayrılmanın güçlüğünü, orada uzun süre yaşamış ev halkı kadar derinden hissedebiliyordum. Belki de köyde kendimi huzur içinde hissettiğim tek yerdi o ev. Oysa şimdi hayatın bana öğrettiklerinden sonra, orada da pek çok acı olayın yaşanmış olduğunu tahmin edebiliyorum.
Kaynanası Saniye’ye kısır deyip, onun üzerine Binnaz’ı getirttiği gün, Saniye’nin içindeki güvercinler özgürlüğüne kavuşmuştu. Binnaz’ı al örtüyle atın üzerinde getiren düğün alayı, o gün Saniye’nin gözünde azılı ruh hırsızına, kocası ise hayal hırsızına dönüşüvermiş. Kadınlığını, onurunu ve umutlarını ortalığa saçılmış gibi hissetmiş. Bundan sonra kendisini, iki ayaklı bedenini toprağa vereceği günü sessizce bekleyen bir yaşam mahkûmu gibi görmüş.
Annem, üvey annesinden zılgıt yediğinde elimden tutarak, doğru Saniye’nin yanında alırdı soluğu. Saniye de canı sıkıldığında bize gelir, ortağının taklidini yaparak rahatlardı. Bu sırada onun karşısındakini ansızın güldürüveren sözcüklerini duymaktan haz alırdım. “Yine mor fistanının düğmesinin birini açmış, sokulmuş Muzafferime, ben de çorbasına acı biber koydum, taaa gözleri yaşardı, gebersin fettan!” demişti bir gün. Saniye, Binnaz’ın çocuklarını kendi çocukları gibi yüreğine basmıştı ama Binnaz’ı bir türlü sevememişti. Binnaz da onu! O da Saniye’yi hep bir gölge olarak görmüştü etrafında.
Attığım her adımla bir, ortaya çıkan tahta gıcırtılarından ürktüm. Binanın duvarlarının üzerime göçme ihtimali vardı. Dışarıda yağmur yağmaya başladı. Ayaklarım beni Saniye’nin odasına götürdü. O’nun özenle doldurduğu çeyiz sandığının yeri, tıpkı diğer eşyaların yerleri gibi boştu. Belleğim onu hıçkırıklar halinde bulduğum o güne götürdü. Aynur’la oynamak için ara kapıdan onların avlusuna geçmiştim. Kara bir kazan avlunun ortasında kaynıyordu. Burnuma kirli çamaşır ve kil kokusu çabuk ulaştı. Binaya girdim. Odalar boştu. İkinci kata çıktım. O’nun kapısının aralık olduğunu gördüm. Sedire oturmuş, sırtını duvara dayamıştı. Elinde bir şey vardı. Kapıyı hafifçe araladım. Beni fark etmedi. Daha dikkatli bakınca elindeki şeyin; fil desenli kanaviçe işlemeli bir yastık örtüsü olduğunu anladım. Kırışık örtüyü gözyaşlarıyla epey ıslatmıştı. Onu durmadan kokluyordu
Ben o eve vardığımda, doğruca Muzaffer amcanın oturduğu odaya koşardım. O beni hemen yanına oturtur ve okulumu sorardı. Karne parası diye elime birkaç kuruş sıkıştırırdı. “Gel bakalım büyümüşsün sen. Hadi oyna şu “Elmaların Yongası” türküsünde de bir görelim seni!” derdi. Aynur’la beni odanın ortasına alır, oynamalarımızı seyreder ve alkış tutardı. Sonra Aynur’la hızımızı alamaz avluya koşardık. Bizi kahkahaya boğacak başka şeyler bulup, içimizdeki yoğun enerjiden kurtulmaya çalışırdık. Biz çıktıktan sonra kaseti değiştirirdi; “Sevemedim kara gözlüm...” gibi üzüntülü şarkılar çalardı.
Her taraf örümcek ağıyla kaplıydı. Onca insan nereye gitmişti? Muzaffer amcanın ailesi ve televizyon seyreden komşular… Geniş hol pek çok odaya açılıyordu. Bu sefer ayaklarım Muzaffer amcayı son kez gördüğüm odaya götürdü beni. İşte o zaman sessizlik bozuldu ve içerdekiler konuşmaya başladı. O yatağındaydı. Duvara dayalı fil desenli yastığa kafasını dayamıştı. Pek çok insan onun başında bekliyordu. Beni görünce iri dudakları yana yayıldı. Bu durum çok sürmedi. Ağlamaya başladı. Çok geçmedi. Bir kahkaha nöbetine girdi. Kahkahaları ve ağlamaları sürekli yer değiştirdi. O’nun varlığımı algıladığını, bana yönelmiş sevgi dolu bakışlarından anlıyordum. Birkaç gün sonra onun felç olduğunu duydum.
Bir gün o evden yine helva kokusu geldi. Yüreğimiz burkuldu. Annemle hemen oraya koştuk. Yine aynı odadaydık fakat Muzaffer amca yerinde yoktu. Ev kalabalıktı. Şalvarlı kadınlar yerde bağdaş kurmuş, okunan dualara âmin diyorlardı. Sofralar kuruluyordu. Avludaki kazların çoğu kesilip pişirilmişti. Yer sofrasına yeni bir çanak konuluyordu, ardından boş olanı alınıyordu. En son önümüzden çekilen çanaktaki tek parça kaz etinde herkesin gözü kaldı. Şaşkındım. Yüreğim yanıyordu. Tek bildiğim bu evin artık eskisi kadar gözüme huzurlu görülmeyeceği idi. Aynur ve kardeşleri ağlıyorlardı.  Binnaz ve Saniye,  odada kendilerine bir köşe bulmuşlardı. Her ikisinin de alnında sarılı bir yazma vardı. En çok bağıran sanki Saniye’ydi. O kocasına sağken söyleyemediklerini, şimdi kimseye aldırmadan haykırıyordu; “Yaşayamadığım, ilk göz ağrım nereye gittin!”
Sonradan duyduğuma göre; Saniye kocasının ölümünden sonra akrabalarının yaşadığı başka bir köye taşınmış. Bir daha hiç evlenmemiş. Saçları ırgatlık yaparken erken ağarmış. Son günlerinde üç kuruşa muhtaç günler geçirmiş. Bir gün köylüler onu ortalıkta göremeyince, merak edip evine varmışlar. Sonrasında gördüklerine inanamamışlar.
Binanın boyası dökülmüş ahşap kapısını kapatırken, aslında dağarcığımdaki o evdeki kapıların hep açık kalacağını biliyordum. Bu ev her anımsayışımda yüreğimi hem aydınlatacak, hem de bir o kadar karartacaktı.
Yıllar sonra, babama çok şey borçluydum. Aldığım eğitim sayesinde, yaşam bana ters döndüğünde, onun rüzgârını istediğim yöne çevirebilirdim.
Yağmur durmuştu. Beni kapıda bekleyen ihtiyar babama sıkıca sarıldım. Islak bir güvercin kafama pisledi.  Babam, cebindeki mendili bana uzatırken, “Uğurdur,” dedi. Güldük.  Anahtarı ona geri verdim.  “Yeter ki burası yıkılırken, ben görmeyeyim baba!” dedim. Saniye’yi odasında yalnız buldukları o an’a gittim. Dağarcığıma yaşamın vicdansızlığını çeken o sabır taşının heykelini diktim.
Köylüler akşam alacakaranlığında Saniye’yi yatağında yatar vaziyette, yazması çenesinin altından geçirilerek başının üstünde sıkıca bağlanmış halde bulmuşlar. Gözleri cansız biçimde tavana bakıyormuş. Anlaşılan o ki; o öleceğini önceden hissetmiş ve bulunduğunda ağzı açık kalmasın diye, yazmayı kendisi bağlamıştı. Biliyordum ki bu süreçte o, kayıp güvercinlerine kavuşmayı sabırsızlıkla beklemişti.

Kezban ŞAHİN TAYSUN
(*)Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Kadın Öyküleri Yarışması (2009) Başarı Ödülü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder