Bu tren istasyonunda ne işin var diye soracaksın.
Yanımdan biraz sonra gözlerle yüklü bir tren geçecek. Ama
ben, önce dağarcığımdaki zaman rayında yol alan trenini durdurup, bir vagonunda
seni bulacağım.
Nereden mi tanıyacağım senin vagonunu? Gözlerin trenin
duvarında asılı acil yardım kolu gibi olacak. Durduruverecek treni. Bir fren
sesiyle irkileceğim. Sen yılların içinden yürüyerek geleceksin.
İşte durdu bile tren. Çıktın işte karşıma, o günkü
tavırlarınla.
Bacalardan duman tüten bir gündeyim. Soğuk ve yarı
karanlık bir sabahın içindeyim. Ortaokul son sınıf öğrencisiyim. Önümü
göremiyorum. Gölgeler birbirini ürkütüyor. Yoldan geçen insanlar sisin içinde
saklanmak istiyorlar. Memleket darbe yemiş ve ardından ortalığı sessizlik
kaplamış. Bir kaç gün sonrasında okullar açılmış. Öğretmenler her şey
yolundaymış gibi gülümsemeye ve durumu olağan karşılamaya çalışıyorlar. Bu
yapay sevimlilik içimi üşütüyor. “Darbe ne demek? Baskı altına alınmak?” ne
demek, işte bu kavramları ben, Eylül darbesiyle değil, sizlerden öğreniyorum.
Sen ve Filiz, benim için bu yönetimin görevlendirdiği muhafızlar gibisiniz.
Üzerimde yere kadar uzanan bir manto vardı. Kendimi uzaylı
gibi hissediyordum.
“Evladım şuraya otur!” dedi öğretmen.
İki çift göz baştan ayağı süzdü beni.
“Yeni gelen arkadaşınıza yer açın bakayım!” dedi sonra
yine öğretmen.
Sen “Öğretmenim biz zor sığıyoruz sıralara,” dedin hemen.
Haklıydın. Çağla yeşili gözlerinden savrulan ışıklar yüreğime battı..
“Çocuğum, bütün sıralar üç kişi olmuş. İtiraz etmeyin!
Koca sınıfta iki kişilik kalan sizin sıranız!” dedi öğretmen.
“Bir bu eksikti!” dedi yanındaki kilolu kız, homurdanarak.
İlk günümüz böyle başladı.
Sonraki günlerde Filiz ile aranızda beni hedef alan
gülüşmeler ve alay etmeler başladı. Filiz sözcüğü belleğimde o zaman değişime
uğradı. Önceleri inceliği çağrıştırırdı. Senin gözlerin hep doymayan bir
merakla bakıyordu Deniz! Bu isim ise sonsuzluğu çağrıştırırdı bana.
Gözlerindeki sonsuz merak, bu ifadeyle uymuştu aslında.
O yıl, yeni bir mahalleye taşınmanın bedelini bu şekilde
ağır ödüyorum. Okula gitmek benim için gözlerinizin derinliğindeki sise
takılmak ve içinde görülmez olmak gibi bir şey!
Bir gün, tahtada yazılanları okumaya çalışıyorum. Farkında
değilsin; gözlerin üzerimde kalmış. Gerçekten de başka bir yaratıkmışım gibi
hayretle bana bakıyorsun. Bir nefes uzaklığındaki bu bakışlar kurşun gibi
deliyor onurumu. “Bakma artık!” diye çığlık atıyor ruhum. Fakat dile
getiremiyorum. Yakınmayı bilmeyen bir çocuğum. Bir gün sabrım taşıyor. “Ne var?
Niye bakıyorsun öyle!” diye soruyorum. Sen “Hiç!” diyorsun.
Müzik Öğretmeni Sinan Bey, korku müziği çalışması
yaptırıyor bize haftalarca. Sonra birkaç kez konser veriyoruz. Fakat bir şey
unutuluyor konserlerde. Biletlere “Yanınızda çocuk getirmeyin!”yazmamışlar.
Birkaç çocuk konser sırasında korkudan koltukların altına saklanıyor ya da
altına yapıyor. Konser sonrası dakikalarca gülüyoruz buna.
Resim dersinde çarpışan kollarımızla harika resimler
çıkarıyoruz. Aslında çok yaratıcı bir çocuksun. Bazen gözlerin resim
öğretmenimizin taktığı aksesuarların üzerindeki renklere yapışıyor. Ben bu
zamanlarda gözlerinden kurtulmanın tadını çıkarıyorum. Sen renklere dalıyorsun!
Sonra önündeki kâğıda dönüp gökkuşağı çiziyorsun.
Tiyatro oyunlarında mahkeme sahneleri kuruluyor. Sen ve
ben beyaz giyinen oyuncuların arasındayız. Aydınlığı temsil ediyoruz. “Karanlık
gidecek ülkeden, aydınlık gelecek!” diye bağırıyoruz yargılanan insanlara bakıp.
Gözlerindeki sis bu aydınlık sözlerin içinde dağılıveriyor. Güvende
hissediyorum kendimi. Böylece bu oyunda külkedisi konumundan çıkıyorum. Eşit
oluyoruz. Kendimi çok özel hissediyorum. İlk defa Filiz ile sinsi
kurgularınızın dışındaki bir oyundayım diye.
Bazı sınavlarda çok sıcak davranıyorsunuz bana. Üç kişi
oluyoruz. Çoğalıyoruz sanki. Bitti artık bu işkence diye sevinirken, sevincim
kursağımda kalıyor. Ödünç verdiğiniz kanatları geri alıyorsunuz hemen.
Bazen benimle mola saatlerinde okul bahçesinde geziyorsun.
Bakışların candan bakıyor. Senin hakkında yanıldığımı düşünüyorum. Aslında
yüreğin berrak gibi… Ama sonra bu yakaladığımız anlara ihanet edip Filiz’le
sürdürdüğünüz işbirliğine dönüyorsun.
Aslında okulu bitirdiğime değil, sizden kurtulduğuma
seviniyorum. Artık canı isteyince ortaya oturtulup sıkıştırılan, canı isteyince
uca oturtulup itilen sıra arkadaşınız değilim. Kötü bir yıl sona ermiş. Keder
sisleri ile bırakıyorum sizi zamanın o vagonunda.
Birkaç yıl sonra seni yolda görüyorum. Ayaklarım yönünü
değiştirmekte geç kalıyor.
“Merhaba, seni gördüğüme sevindim” diyorsun. Gözlerin
içtenlikle bakıyor. Sanki bir yıl boyunca bana işkenceler yapan çocuk değilsin.
Birkaç sıradan cümleden sonra herkes yoluna devam ediyor.
İşte yıllar sonra sabah işe geldiğimde, yardımcı personel Bilgi
İşlem Servisi’nden gönderilen bir yazıyı elime veriyor. Üzerinde bir not:
“İngiltere’den yazıyorum. Ben Deniz Aydın, şirketinizde çalışan mimar Nihal
Uslu Bilgin, benim ortaokul arkadaşımdır. Beni ilk anda hatırlamayabilir. Özel
elektronik posta adresini bana iletirseniz sevinirim.”
Bu adı hatırlamakta çok zorlanmıyorum. Ama bu soyadın sana
ait olduğundan emin değilim. Böylesi durumlarda insan en çok sevdiği ya da en
çok nefret ettiği insanı hatırlayabilir, değil mi? Diğerleri zamanın hızı
içinde kaybolurlar. Acılar ve sevgiler iz bırakır. Tam yirmi altı yıl geçmiş!
Biraz düşündükten sonra o iletiyi yazanın gerçekten sen olup olmadığını
doğrulama isteği duyuyorum. Sonrasının bana neler getireceğini kestiremiyorum.
Sana bir ileti yolluyorum.
“Sen ortaokul son sınıfta bir sırayı paylaştığım, iki
insandan biri olan Deniz’sin değil mi? Bana o okulun ismini söyler misin?”
Havada uçar gibi geliyor iletin posta kutuma: “Evet o
Deniz’im ben. Esentepe Ortaokulu’ndan.”
İşte o an, keşke tanıdığım başka Deniz’lerden biri
olsaydın diye düşünüyorum. Geçmişten fırlayan küflenmiş bir çivi batıyor
yüreğime.
Sana yuvarlak sözcüklerle yaşamımı özetliyorum. Hemen
gözyaşları içinde yazdığın yanıtın geliyor. Beni bulmak ve yazışmak seni nasıl mutlu
ediyor; bunu hissedebiliyorum. Ardından ancak çok samimi bir arkadaşa
açıklanabilecek sorularla karşılaşıyorum. İşte o anda duruyor kalemim. Bir
hafta boyunca seni affedebilmek ve seninle bugüne bağlanabilmek için çaba
harcıyorum. Ama silinmiyor beleğime yapışan çiğ bakışların! Yüreğimden çıkıp
uçmuyor bıraktığın güvensizlik kabarcıkları. Yeni rüyalarımda uzanmaya
çalışıyor kollarım sana! Acılarım, başka acılarla birleşip sağanak olarak
yağıyor üzerime! Aynı hızla çekiliyor üzerinden ellerim!
Farkındayım; ne çok konuşmak istiyorsun yaşam okyanusunda
karşılaştıklarımızın hayallerimizle örtüşmediğini. Benim birkaç gün önce
düşlediğim gibi, tanıdık bir yüreğe değmeye ihtiyaç duydun.
Biliyorum sen de fark ettin, yaşamın acımasızlığını. Bir
solucan gibi bölündüğünü fark ettin hayatın içinde. Hayat, keskin bir bıçak
gibi göründü gözüne. Kimi zaman sevinçlerini ve umutlarını parçaladı. Kimi
zaman da kederlerini ufaladı. Sonra hüzün kırıntılarını deneyimlerinle karıp
yeni mutluluklar üretmeyi öğretti sana. Zamanın içinde bilinmeze yolculuğun
sürerken, karşılaşacağın güçlüklere dayanman için cesaret ve sabır verdi. Bazen
de bıçak sırtında sevinçlerin oldu. Onlar, bir gün elinden düşeceğinden
korktuğun mutluluk selesi gibiydi.
İşte bugün yeniden ikiye bölündün Deniz. Üzgünüm seni ben
parçaladım, bıraktığın izle.
“...Sevgili Deniz, seninle ilgili anılarımda ne yazık ki
iyiler sınıfta kaldı. Seninle olan geçmişim bugüne köprü kuramıyor. Emin
olduğum şey; bana zamanın geçtiğini ve değiştiğini söylesen de, bu; ruhuma
yerleşmiş acıları silmeye yetmeyecek. Beni bir daha aramadığın surece daha
huzurlu olacağımı düşünüyorum. Mutlu kal… Nihal.”
Yanıtın yine hızlı geldi. “…Sevgili Nihal o zaman
çocuktuk. İnan yaptıklarımın hiç farkında değilmişim. Kin tutman beni çok üzdü.
Şimdi annesiyiz ve evliyiz ikimiz de. Ne çok ortak noktamız var bak! Her şey
geçmişte kaldı…” yazmışsın. Son satırında seninle görüşmek istememin nedenini,
senden birkaç yıl fazla eğitim görmem olarak düşünmüşsün. Benim, seni artık
beğenmediğime inanmışsın.
Demek ki kötülüğe uğrayan, yaşadıklarını kötülüğü yapandan
daha kolay hatırlıyor.
Hala farkında değilsin Deniz, karşılaştığın bu mesafeyi
ben koymadım aramıza. Bunun nedeni kin değil, yüreğimde seninle ilgili arayıp
da bulamadığım sevgi kalıntısı.
İş çıkışında karşılaştığım akşam karanlığı, yüreğimdeki
sisi yutup gitmiyor ama Metro treni hızla alıp götürüyor beni evime ve
sevdiklerime.
Anlıyorum ki yüreklerde istasyon olabilmek, ayrıcalık
yaratıyormuş!
Kezban ŞAHİN TAYSUN
Özgür
Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Tematik Forumunda “Sis” konusunda 2007 yılı
Kasım ayı öyküsü seçildi.
Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Edebiyat ve Sanat Dergisi/
2008/ Sayı:18/ s.51–52
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder